AVUÇLARIMIZDA AĞLAYAN ZAMAN
İki Cihan Sultan’ı hadisi şerifinde şöyle buyurmuştur: ‘’İki nimet vardır ki insanların çoğu(onları değerlendirme hususunda) aldanmıştır: Sağlık ve boş zaman.’’(Buhari, Rikak, 1) Resulullah Efendimiz ’in asırlar öncesinden bizleri uyardığı hadisi şerifin günümüzde, müminlere nazır olarak tahakkuk ettiğini görmemek abesle iştigaldir. İnananlar olarak şeytan ve nefsin bu oyunlarını en sert kroşe ile alt etmek bizlerin en büyük imani vecibelerinden birisidir! Bu kutlu telkini, ruhumuza, zerre boşluk bırakmayacak şekilde ihata ettirmeli ve bu kutlu telkini ruhumuza, nefsin tasallutuna rağmen hazmettirebilmeliyiz. Ki gücümüzün eksildiği dönemlerde, pes etmeye temayül gösterdiğimiz demlerde, havsalamızda şimşekler çaktırıp tasavvur dünyamızda bize ‘’Aldanmışlardan olma! Aldanmışlardan olma! Aldanmışlardan olma!’’ diyen bir ses olsun… Nihayetinde ise ‘’Aldanmışlar’’ tribünün locasından kombine alanlar içinde bulunmaktan muhafaza olabilelim…
Asırlardan bu yana zaman mefhumu, müminlerin avuçlarında ağlıyor, acı çekiyor ve gadre uğratılıyor. Zamanı olması gereken, tahvil edilmesi lazım gelen yöne değil; günlük hazlarımız, günümüzü gün edişler, ebedi hayattan bigâne tavrımız, hodgamlıklarımız ve hayvanlara yakışır tarzlarda kullanarak adeta zamanın ırzına geçiyor; zamanımızı ‘’nefsi ve şeytani’’ yönlere, nefs ve şeytanın oynaştığı çimenliklere meylettiriyoruz… ‘’Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.’’(Zariyat-56) mealinde ki ilahi ihtarı kulak ardı ediyor ve hilkat gayemize müsavi tavrı gösteremiyoruz. Hilkat gayemize mugayir davranışlar da bulunduğumuz zaman vetiresinde ‘’Hiçbir şey huzur vermiyor. Bu nasıl hayat be!’’ gibi muhtelif cümleler ile ruhumuzun olması gereken yere tevcih edilmediğini adeta hep bir ağızdan vaveylalar kopararak ifade ediyoruz. Ediyoruz ama önemli olan nokta ifade edebilmek değil, ifade ettiğimizin idrakine varabilmek! Heyhat ki, bu muharref sistem önüne engel teşkil ettiği için idrakine varabilmek oldukça netameli… O zaman geriye, bu muharref sistemi kanun yoluyla mücehhez hale getirmek için gecesini gündüzüne katan, yorganını sırtında taşıyan ‘’ Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispetle usule, stratejiye uygun bir gençlik…’’ yekûnundan müteşekkil hareketlere köstek değil destek olmak kalıyor… Hz. İbrahim’i yakmak için alevlendirilen ateşe su taşıyan karınca misali… Bu meseleyi küçük görmeyelim, karınca o ateşi söndürecek çapta su taşıyacak kuvvete malik olmasa da safı belli hani… ‘’Zulmün olduğu yerde tarafsızlık namussuzluktur!’’ diyor Cemil Meriç… Namusumuzu korumak için zulmün olduğu yerde hakikate müteallik olanın yanında yer almak şart… Zamandan girdik namussuzluğa geldik… Bu namussuzluklarda, zamanın İslam’a müsavi olmayışından kaynaklı çerçevelere mündemiç tabii. Ama başlangıç çizgimizden çok ayrılmamak daha doğru olur herhalde… O zaman içinde bulunduğumuz cemiyetin havasını koklatalım fikir burnumuza…
Yaşadığımız cemiyet ve cemiyetin oluşturduğu insan tiplemeleri ruhun revanına kavuşacağı, hilkat gayesine müsavi davranışı öğreneceği İslamiyet’in önüne bentler çektiği için, ulaşılmaması niyetiyle önüne kuyular kazdığı için ve idrakleri motorlu hızarlarla doğradığı için mezkûr ‘’ifade edişimizin’’ idrakine varamıyoruz. ‘İfade edilen’, ‘ifade edenler tarafından anlaşılmasın’ diye; ‘ifade edileni bitirmek isteyenlerce’ mahpes edilmiş çünkü. Hani okyanus mevcut ama bakınca okyanus değil duvar görülsün diye etrafını ihata edecek şekilde davarlar tarafından duvarlar örülmüş… Yıllar boyunca birimizde çıkıp ‘’Bu duvarların ardında ne var acaba?’’ dememişiz… Ya da zihinleri ve imanları iğfal etmek için burnumuza koklatılan ve türlü uyuşturucu maddelerden müteşekkil politikalar, kitaplar mevcut duvarları görmemize engel oldu… Şu da tabii olarak bir gerçek: Okyanus dalgalarını şiddetlendirerek etrafına örülmüş duvarları kökünden söküp normal akışına devam edecek! Duvarlar bir hayli aşındı… Bir yandan duvara toslayan okyanus dalgaları, diğer yandan zamanı hakikate uygun kullanan derin ve içli müminlerin duvara vurduğu tekmeler, kazmalar, kürekler mukadder oluşlar halinde hayli aşınmış duvarı yıkacak… Ve duvarların ardında saklanmaya çalışılan hakikat okyanusu tüm berraklığı ile müminlere ve müminlerin cemiyetine nurdan huzmelerle inkişaf edecek! Ama dikkat edelim zamanı hakikatine yaraşır çizgiden ayırmamak meselenin bam teli… Hakikat: ‘’ Hiç şüphesiz, Allah katında (tek ve gerçek) din İslam’dır.’’(Ali İmran/19)
Bu cemiyet ve ortaya çıkardığı insanımsı tiplemelerin kasıtlı teşebbüslerinin nihayetinde ise ruhumuz, zamanı olması gereken yöne iltica edemediğimiz hasebiyle sızlıyor ve zaman avuç içlerimizde hüngür hüngür ağlıyor… Zamanı ağlatıyoruz, ruhumuzu sızlatıyoruz ve bunlara mündemiç olarak, ‘’eskimiz pörsümez daima yeni olan İslam’a’’ olan iştiyakımızı son sürat hızla arttırıyor, O’nun nurdan huzmelerle cemiyetimizin tam ortasına inkişaf edeceği tarihi geciktiriyoruz! Zamanı değerlendiremeyişin acı sonuçları!
Vatan sathımızda dolanan necis işlerin, necis işleri güdücülerin, mülevves kelimelerin, belhum adal insanların, vatansız, dinsiz müstağriplerin, hiçbir çileye haiz olmadığı halde bilgiç tavrı takınanların, profesör olmuş tescilli sapıkların, kadınlığını bilmeyen kadınımsıların, erkekliğini bilmeyen erkekimsilerin, makam ve mevki için medeniyetini doğramaya razılık tavrı takınan sırtlanların, paranın önünde uçkurunu çözüp arkasını dönecek satılmışların, eğilip bükülmekten kamburu çıkan dalkavukların, Servet Turgut’un ‘’ Mağduru Müslüman, memnunu kâfir! Olmasa da olur teyze adamlar!’’ diyerek röntgenlerini çektiği yavşakların cevelan ettiği cemiyetimizde; cemiyetimizi abı hayatına, ananelerine, İslam’a müsavi ortamına tahvil etmek istiyorsak, inananlar olarak zaman mefhumunu mücehhez olarak kullanmaktan başka bir çıkış yolumuz mevcut değil. Mücehhez olarak derken, her şeyin hakikatine malik olduğu gibi, tabii olarak zamanı değerlendirmenin de hakikatine malik olan, ölçüsünü koyan İslam’a yaraşır şekilde!
Zamanımızı, bizleri esfeli safilin çukurlarına düşürecek muharref minvalde değil; bizleri alayı illiyyin şahikalarına çıkaracak mücehhez minvalde kullanmalıyız! İslamiyet’in nur huzmeleri ile doğacağı günlere götürecek şekilde… Müminler olarak bu yüce künyeyi boynumuza takmalı ve bu minval üzere zamanımızı harcamalıyız… Harcarken aynı zamanda da çoğaldığını bilerek… Amellerimizle imanımızı yüceltirken, Mutlak fikre rabıtalı kalp ve dimağlarımızla da tefekkür ederek, türlü cehdler çekerek ve mütemadiyen mücahadeler yaparak zamanımızı tüketmeliyiz… Tüketirken, eş zamanlı olarak da büyük doğuşun gerçekleşeceğini sezerek! Bu şuura maliklik nispetimizce; zamanın tükenmek değil; batılı tüketmeye mihraklandığını sezeriz! Zamanın eskidiğini değil de; yenilendiğini biliriz! Daha da vuzuhlandırırsak: ‘’Batılın elinde yinelenmekten, ağlamaktan bıkmış zamanın; özüne dönerek yenilendiğini, şenlendiğini anlarız…’’ Üstadımız Necip Fazıl Kısakürek’in de bir konferansında söylediği gibi ‘’ İlk iş olarak yılgınlığımızı tedavi etmek lazımdır!.. Küfrün cesareti ise hayrete şayandır!’’ Yılgınlığımızı tedavisi edecek ilacın aranması gereken yeri bilmem söylememe gerek var mı? Biz yine de Üstadımızın söylediği cümlelere, kendi şiiriyle aranması gereken yönü tayin ettiği mısraları cevaben yazalım: ‘’ Eczanede ama hangi rafta şişede? İslam ki, tek ilaçtır, örümcekli köşede…’’
Bu ölçüleri kalp ve kafa idraklerimizin imbiklerinden damıttıktan sonra, önce kendi nefsimize, sonra bu yazıyı okuyanların nefsine, şu güzel ameliyeleri ve amelleri, telkin ve tebliğ etmenin üzerimize bir borç kabul ediyoruz: ‘’Allah’ın emri olan ibadetlere sımsıkı sarılalım… İbadetlerimizi aksatmayalım… Sünnetullahı ‘’Ne de olsa sünnet’’ nefsi bahanesisin ardına gizlenerek aksatmayalım… Elimizden geldiğince sünneti seniyyeye uyalım… Kendimizi ibadetlere rapt edelim! Zikredip, fikredelim! Ölüm kapımızı çalmadan ölüme hazır olalım! Şanlı ve şerefli ölüm için koşturalım… Müslümanlığın izzet ve vakarını kuşanalım! İzzet ve vakarı bozacak hal ve kâllerden ‘’ak sütün içinden ak kılı sezebilecek’’ derekede hassasiyetle kaçınalım… Mazlum ve mustarip müminlere (Doğu Türkistan, Filistin, Arakan, Suriye) yardım eli uzatabilmek için önce fert olarak sonra cemiyetsel olarak zamanımızı eskimiz, pörsümez daima yeni olan İslam’a intisap ettirmekten geçtiğini bilelim!
İslam için nefes alıp, İslam için nefes verelim!
İslam için yaşayıp, İslam için yaşatalım!
İslam için yürüyüp, İslam için yürütelim!
İslam için koşup, İslam için koşturalım!
İslam için ağlayıp, İslam için ağlatalım!
İslam için gülüp, İslam için güldürelim!
İslam’a sarılıp, İslam’da eriyip, İslam’la dirilelim!
Bu davranışlarımızla hilkat gayemizin hakkını vermeye çalışalım ve avuçlarımızda ağlayan zamanı mutlu etmenin yolunun burdan geçtiğini bilelim!’’
Hakeza erteleyerek, nefsimizi fırsatlardan ve boşluklardan nemalandırmamak da zamanı değerlendirme hususunda elzem. Büyük İslam Velisi Muhammed Parisa Hz’lerine kulak verelim:’’ Gafil halk, yorgun ve bitkin bir laf eder; yarın olsa da bir iş işlesem!.. Bilmez ki, bugün, dünkü günün yarınıdır. Bugün ne işlemişti ki, yarın ne işlesin!’’ Şimdi bu söze binaen kendimize, Allah için şu soruları soralım ve kendimizi muhasebe edelim! Bu sözün bahsettiği “gafillik” cemiyetimizi ilmek ilmek dokumamış mı? Bu sözün bahsettiği “gafillik” bizleri açık yer bırakmadan ihata etmemiş mi? Bu sözün bahsettiği “gafillik” şeytani konçertonun icra ettiği melankolik havasıyla bizleri tesiri altına almamış mı? Bu sözün bahsettiği “gafillik” sureti hak peçelerinin altına gizlenerek bizleri ağına düşürmemiş mi? Bu sözün bahsettiği “gafillik” agorada dikilen putların gölgesinde serinlenerek; yanan ve yıkılan mustarip müminlerle dalga geçmemiş mi? Sahte peçeleri yırtıp, sahte yüzlerin boyasını döküp; Müslümanlığın izzet ve haysiyet tavrını takınmamızın zamanı “bugün değilse ne zaman?” Müslümanlar olarak başımıza açılan bütün musibetlerin eksik oluşlar deresinde boğulmaktan, zamanı gafilliklerle harcamaktan türediğini görmenin günü “bugün değilse ne zaman?” Zamanı İslam’la doldurup, zamanı, “zamanın İslam’ın vecdinde eridiği dönemlere ” tevcih etmek için göstereceğimiz gayret ve mücadele aşkı “bugün değilse ne zaman?” Bu soruları nefsimizin istila ettiği kalp ve kafa uzuvlarımıza vaveylalar kopararak sorup, mücadele aşkını, zamanı, ‘zamanın İslam’ın vecdinde eridiği dönemlere’ tahvil etme gayretini, zamanı, zamanın zaman olma hakkını verdiği büyük günlere götürme hasretini kuşanmalı ve zamanı “Nizamların nizamı olan İslam’ın inkişaf edeceği” günler için, zamanın öz gayesine kavuşması gerekliliğini idrak imbiklerimizden, gönül gözeneklerimizden geçirelim!.. Bu meselenin ciddiyetini kavrayamadığımız, kavramak için gayret etmediğimiz, kavramak meselesine bigane tavırlar sergilediğimiz süre içerisinde, mütemadi olarak mezkur acı sonuçların üzerimize taarruz etmeye devam edeceğini ve bu sonuçlara da, ‘Ne ekersen, onu biçersin!’ sözü minvalince müstahak olduğumuzu bildirelim!
Ve son söz sadedinde, Gaye İnsan ve Ufuk Peygamber’in (SAV) yazımızı hülasalandıracak, yazımızın mahiyeti ve mihenk taşı mesabesinde ki hadisi şerifine idraklerimizi ve kalbimizi iştiyakla yöneltelim!
‘’YARINCILAR/ ERTELEYENLER, HELAK OLDU!’’ (Müsned)